16 Mayıs 2013 Perşembe

OĞUZLARIN İSYANI -II-: YABGULU OĞUZLARIN DEVLETLEŞMELERİ

OĞUZLARIN İSYANI -II-: YABGULU OĞUZLARIN DEVLETLEŞMELERİ: Yazan: Fahrettin ÖZTOPRAK BİRİNCİ VE İKİNCİ HAÇLI SEFERİ Haçlı seferl...

YABGULU OĞUZLARIN DEVLETLEŞMELERİ



















































Yazan: Fahrettin ÖZTOPRAK


OĞUZLARIN KENDİLERİNE AİT DEVLET KURMALARI
Selçukluların her ne kadar Oğuzlardan geldikleri söylense bile, onlar da Gazneliler gibi, Oğuz kimliğini yitirmişler, kendilerini Selçuklu kimliğiyle tanıtmışlardır. Osmanlılar da öyle. Osman Bey’den, bilhassa Orhan Bey’den sonra Osmanlılar Osmanlı kim­liğini almışlardır. Ancak Harzem­lilere gelince iş öyle değildir. Harzem bir coğrafi terimdir. Bu ismi ise Türkler değil, Acemler ve Araplar vermiştir. Harzemli Türkler kendilerini Türkmen adıyla tanıtırlarken, Acemler ve Araplar onları bu adın dışında Harzemliler olarak anmış ve tarihlerinde o şekilde yazmışlardır.
Celalettin Harzemşah, kendisine Harzemşah denilmesinden ra­hatsızdı. Bunu yazarlar, onun şah kelimesinden rahatsız olduğunu söylerler. Dediğimiz gibi Harzem bir coğrafi terimdir. Nasıl ki bir Anadoluşah denilemiyorsa Harzemşah de denilemez. Ama gel de bunu Acemlere ve Araplara anlat. Onlar inat etmiş, yazmışlar. Şimdiye kadar da öyle gelmiş. Şu anda biz bile Harzemşah diyoruz. Ama bu yanlış. Celalettin Harzemşah’ın babası Alaattin Muhammet bile kendisine Harzemşah dememiştir. Bunlar kendilerinin Türk­men olduğunu bilirler, yani soylarının şuurundadırlar. Bir an bile “Biz Türkmen değiliz” dememişlerdir. Aynısı Danişmentliler ve Ar­tuklularda da geçerli. Ancak Selçukluda ve Osmanlıda durum ta­mamen farklı. Biz ne kadar her iki devleti Oğuzların, yani Türk­menlerin kurduğunu kabul etsek bile, devleti yönetenler ilk zamanlarda kendilerini Türkmen kabul etmişler, "biz Oğuzuz" demişlerdir ama, zamanla bunu unutarak, Oğuz ya da Türkmen olduklarından bahsetmemişlerdir.  Daha doğrusu, Selçukluda ve Osmanlıda aidiyet fikri yoktur. Ancak Danişmentlilerde olsun, Artuklularda olsun, Harzemşahlarda olsun aidiyet fikri vardır. Bu aidiyet Oğuza mensup olma, yani Türkmen­liktir.
Türkmenlik "ben Türküm" demektir. Buna göre Türkmenlik Türklük demektir. Selçuklu ve Osmanlıdan sonra şahıs isminden hareketle kimlik tanıtımına Özbekler dahil olmuş, özbe öz Türk oldukları halde, “Biz Özbeğiz” demişlerdir. Bunu derlerken Türk­lük, yani Türkmenliği unutmuşlardır.
Anadolu Selçuklular İznik’te devletleştikten sonra, ilk kurban ola­rak Kutalmışoğlu Mansur’u mu seçmiştiler? Süleymanşah’ın ölümünden sonra ikinci kurban İzmir’e merkez yaparak Adalar Denizi Türk Devleti’ni kuran Çavuldur Çaka Bey miydi? Oysa Türklerde, Göktürklerden beri kardeş kavgası yoktu. Bumin Han ve İstemi Han ortak hükümdarlardı. Türk Bilge Kağan ve Kül Tigin de öyle. Küçük kardeş büyük kardeşe tabi ve onun emrindeydi. Çünkü Türk geleneği böyleydi. Nasıl ki, Oğuz Kağan oğulları ortak hükümdarlık yapmışlardı. Cengiz Han’ın oğulları da. Ancak ne zaman ki Fars ve Arap kültürü Türklere sirayet et­meye başladı… Bundan daha önce, M.Ö.'nde Oğuz torunlarından Hu­yanyeh’e Çin kültürü sirayet etmişti. O bu nedenle kardeşi Çiçi Kağan’a baş kaldırmış, onu Çinlilerle birlik olup katletmişti. De­mek ki Çin neyse Fars ve Arap da oydu.
Tuğrul Bey kardeşi Çağrı Bey’le kardeş kardeş ortak hüküm­darlık yaparken, 1038 yılında Nişabur’un fethiyle araya Abbasi ha­lifesi girmiş, araları böylece açılmıştı. Burada Çağrı Bey haklıydı. Tuğrul Bey Türk geleneğine İslam adına karşı gelmişti. Dandane­kan Meydan Muharebesi’nden sonraTuğrul Bey’le Çağrı Bey’i bir arada gören olmadı. Biri tek başına hükümdar olmuş, öbürü bir eyaletin. Serahs valiliğini üstelenmişti.
Aslında Selçuklu hanlığının gerçek sahibi Arslan Yabgu’ydu. Gazneli Mahmut onu tutuklatıp hapsedince Selçukluyu Çağrı Bey ve Tuğrul Bey idare etmeye başladılar. Çünkü, Arslan Yabgu’nun oğlu Kutalmış’ın yaşı o sıralar daha küçüktü. 10 yıl sonra 1035’te, o Selçuklu idaresini Kızıl Bey ve Oğuzları vasıtası ile devra­lacağı zaman, Alaüddevle tarafından adı belli olmayan diğer bir komutan ile tutuklanıp bir kaleye hapsedildi. Ancak her ihtimale karşı Kutalmış, Gaznelilerin başkumandanı Ebu Sehl’e teslim edil­mişti. Serbest bırakılması 1038 ile 1040 arasındadır. O serbest ka­lınca Tuğrul Bey ve Çağrı Bey kendi yönetimlerini pekiştirmişlerdi. Yapacak bir şey yoktu. O, bu sefer Kızıl Bey’in ölümüyle ona bağlı Oğuzları alıp Güneydoğu Anadolu’ya gelerek Buka, Oğuzoğlu Mansur, Bektaş ve Anasıoğlu emrindeki Oğuzlara iştirak etti. Onun buradaki konumu 1045 yılı Erciş Muharebesi’ne kadardır.  Sonra Tuğrul Bey, Kutalmış’ı komutanları arasına aldı.
Tuğrul Bey’in vefatıyla Kutalmış’ın Selçukluların başına geç­mek istemesi normaldir. Kim bilir, belki de Tuğrul Bey, her hangi bir vaatle onu gemlemişti.
Kutalmışoğlu Mansur’u kardeşi Süleymanşah’ın öldürtmesi ya da ikisi arasında bir anlaşmazlığın meydana gelmesi bir az karı­şıktır. Bunlar Melikşah tarafından üzerlerine 50.000 kişilik orduyla gönderilen Porsuk’a karşı mücadele etmişler, Bizans da onları des­teklemiş, hatta Porsuk’un ordusunu gören Bizans askerlerini geri çekmiş, iki kardeşi Porsuk karşısında yalnız bırakmıştı. Mansur bu sırada meydana gelen savaşta öldürülmüş olabilir.[1] Öldürülen acaba Mansur muydu? İşte orası karışıktır. Bu nedenle tarihi bilgilerde söz konusu olayın bir başka boyutu vardır:
Kutalmış için 1064 yılında Alparslan’la giriştiği savaşta öldü­rüldü[2] denir. Gerçekten Kutalmış öldürülmüş, ya da elden kaçırıl­mış mıdır? Kutalmış oğullarından Süleyman ve Mansur bu savaş sonrası esir edildiler[3] denir. Peki, onların bu esareti ne kadar gerçektir?
Osman Turan, Süleyman ve Mansur hakkında tarihçilerin söy­lediklerini kabul etmez. İkisi ne Nizamülmülk’ün şefkatine kalmış, ne de Sultan Alparslan tarafından Diyar-ı Rum’un fethine gönde­rilmişlerdir. Hatta Süleyman ve Mansur Malazgirt Meydan Muha­rebesi’ne bile katılmamışlardır. Onların Urfa civarında yaşadıkları da doğru değildir. Bu iki şehzadenin adından ancak Melikşah’ın tahta oturmasıyla Anadolu’da söz edilmeye başlamıştır. Eğer öyle olmasaydı Kutalmış, Kavurt ve Elbasan isyanlarına katılan Yab­gulu Türkmenleri Atsız Bey’in çevresinde toplanıp Suriye’de git­tiklerinde Süleyman ya da Mansur muhakkak sultan olarak başa geçirilirlerdi.[4] Bunları söyleyen Osman Turan haklıdır.
Kutalmış’ın Sultan Alparslan’la giriştiği savaşta kurtulduğu, 3 Ocak 1064’te peşinden yetişen askerler tarafından öldürüldüğü[5] söylenir. Aslında Kutalmış ölmemiştir, sağdır. Onun peşinde gelen askerlere Er Basgan komuta etmektedir. Er-Basgan, Kutalmış’ın 6 yaşındaki oğlu Mansur’u, 4 yaşındaki Süleyman’ı alıp Alparslan’ın yanına döner ve Kutalmış’ın öldüğünü söyler. Kutalmış, oğullarını ona emanet etmiştir. 1069 yılında Er Basgan, Alparslan’dan ayrılır ve Anadolu’ya girer. Yanında Nevakiyye Türkmenleri ve Kutalmış’ın oğulları vardır. Nevakkiyye Türkmenlerinin başında Kızlı, Atsız ve Şökli Bey’ler vardı.[6]  Kutalmış da bunlara katıldı. Kızlı, Kızıl Bey’in oğlu, Daana’nın kardeşinden başkası değildi. Er Basgan kendisine tabi kuvvetlerle Sivas’tan Bizans’a doğru yol alırken, bunlar 1070 yılında Suriye taraflarına indiler. Kızlı, Akka’nın kuşatmasında ölür.[7] Ama bu kaleyi 1074 yılında Şökli fetheder. Kutalmış ve oğulları Şökli tarafındalar. 1075 yılında Atsız, Şökli’yi öldürür. Ancak Atsız, Kutalmış ve oğullarına dokunmaz.[8] Onlar da Nevakiyye Türkmenlerinin bir kısmını alarak İznik’e doğru yola çıkarlar. Suriye’den bahsedilirken Kutalmış oğlu’nun küçük kardeşinden, bir de amcasıoğlundan bahsedilir. Urfalı Mateos ve Süryani Mikail’in eserlerinde bunların adı Alp Yülük ve Devlet’tir.[9] O arada araya Süleyman’ın adı sı­kıştırılmış, onun Antakya’yı muhasara ettiği belirtilmiştir. Herhalde Kutalmış olacaktır. Gördüğümüz gibi, Süleyman’ın kardeşinin adı Alp Yülük’tür. Kutalmışoğlu Mansur adı da Kutalmış’ın kimliğini gizlediği adı olabilir. Bu bilgiler şimdiye kadar anlatılanların çok dışında ve esrarengiz bir konumda. Kutalmış, oğullarını alarak İznik’e 1075 yılının güz mevsiminde gelir ve burasını fethederek, Atsız’ın kurduğu Suriye-Filistin Yabgulu Oğuz Devleti’nden sonra Anadolu Yabgulu Oğuz Devletini kurar.
Süleyman’la kardeşi Mansur arasında bir mücadeleden her hangi bir kaynak bahsetmez. Hatta ikisinin Botaniates’i tahta çıkardıklarından söz edilir.[10] Olayın 1078 yılında meydana geldiğini[11] Osman Turan belirt­miş. Bu Bizans imparatorunun adı Nice­phorus’tur. O tarihe kadar Süleyman isminden bahsedilmez, sırf Mansur’dan bahsedilir, “Kutalmış ölünce oğlu Mansur Rum’a gitti, çok yerler fethetti [12] derler.
Hadi diyelim ki, Kutalmış yerine öldürülen Mansur’dur. Ancak Mansur Süleyman’dan yaşça büyüktür. 1074-1075 yıllarında Sü­leyman küçüktür. Çünkü Süleyman 1059 ya da 1060 doğumludur. Sırf Mansur’un ya da Kutalmış adından bah­sedilmesine rağmen tarihçiler tarafından Süleyman adından bah­sedilmediğini belirtmiştik. Öyleyse Süleymanşah’ın 1075 yılında İznik’te Anadolu Selçuklu Devleti’ni kurması fikri[13] doğru değildir. Bu devlet Selçuklular tarafından değil, Yabgulu Oğuzlar tarafından o tarihte kurulmuştur ama, Süleyman tarafından kurulmamıştır. Ya Kutalmış ya da oğlu Mansur tarafından kurulmuştur. Peki, başta Osman Turan olmak üzere günümüz tarihçilerinin Anadolu Selçuklu Devleti’nin 1075’te Süleymanşah tarafından kurulması ileri sürmeleri, tabi ki bu görüş yan­lıştır. Süleymanşah 1081 yılında Anadolu Selçukluların başına İz­nik’te hükümdar olmuştur. Doğrusu da budur. Hükümdar oldu­ğunda da yaşı 21 ya da 22’dir. Böyle bir durumda, 1064 yılında her ikisinin de yaşı küçüktür. 1072 yılında Anadolu’ya yöneldiklerinde de laşları küçüktür. İlla ki başlarında birinin bulunması lazım. Yoksa Er Basgan onları bırakmaz, Bizans’a götürürdü. Bu da şunu gösteriyor ki, Mansur büyüyene kadar beklemişlerdir. Yani Kutalmış, 1064 yılında Alparslan’la giriştiği savaşta öldü­rülmemiş, bir yere çekilmiş ve çocuklarının büyümesini bekle­miştir. Anadolu’ya geçişlerinde bahsedilen Kutalmışoğlu Mansur’un Kutalmış’ın kendisi olabileceği de her ihtimal üzere göz önünde bulundurulmalıdır. Peki, Gregory Abu’l-Farac’ın şu anlattıklarına ne diyelim:
Sultan Melikşah, Kutalmış’ı getirtmek için Porsuk kumanda­sında İstanbul’a bir ordu gönderdi. O, Bizans’ın yeni imparatoru Nicephorus’tan Kutalmış’ı istedi. Ancak Nicephorus teslim etmedi, “Beni bu işe karıştırmayın, kozunuzu aranızda paylaşın” dedi. Bunun üzerine her iki taraf harp meydanında karşı karşıya geldi. Çok kimse öldü.
Porsuk haber gönderip, “Bu böyle olmaz. İkimiz karşılıklı çarpı­şalım. Yenilersem, çeker giderim” dedi. Kutalmış kabul etti. Ancak Porsuk, kendi yerine bir köleyi elbisesini ve zırhını giydirerek mey­dana çıkardı. O arada kendisi bir ata binerek, 20 adamıyla bir yerde tertibat aldı. Karşılaşmayı Kutalmış kazandı. Köle onun bir darbe­siyle atından yuvarlanmıştı. Kölenin başını kesmek için atından i­nince Porsuk ve adamları saklandıkları çalılıklar arkasından harekete geçip Kutalmış’ı hileyle öldür­düler. Porsuk durumu Sultan Melikşah’a bildirdi. Kutalmış’ın a­damları oğlu Süleyman’ın emrine girdiler.[14] Bir efsane böylelikle sona ermişti. Evet; kim ne derse desin Kutalmış bir efsanedir. O bir şehzade olmasına rağmen, bir kah­ramandır, savaşçıdır, yiğit ve merttir. Her kahramanın, her savaşçı­nın, her yiğidin ve her mert kişinin başına gelen onun da başına gelmiş, bir kahpeliğe kurban gitmiştir. Ancak Mansur’a ne olmuştur onu bilmiyoruz.
Günümüz tarihçileri Kutalmış’ı 1064’te öldürüldüğünü kabul ettiklerinden Kutalmış adını Kutalmışoğlu Mansur yapmışlardır. Porsuk’la teke tek çarpışanın o olduğunu ve öldürülenin de o oldu­ğunu belirtmişlerdir. Osman Turan, Abu’l-Farac’in anlattık­ları için karışık bilgiler[15] deyip çıkıyor. Ancak bu bilgiler yabana atılamaz.
Gregory Abu’l-Farac önemli bir tarihçidir. O, Berkyaruk ismini Türkyaruk olarak[16] verir. Hatta Terken Hatun diyeceği yere Türkan Hatun[17] der. Aksungur ve Bozan’ın Sultan Tutuş’un emrinden çı­karak onun emrine girdiklerini[18] de söyler.
1092 yılında İznik tahtına çıkan Birinci Kılıçarslan, İzmir beyi Çavuldur Çaka’yı kayınbabası olmasına rağmen, 1095 yılında, İznik’te bir ziyafette zehirletip öldürttü. Onun öldürülmesini isteyen Bizans’tı. Çünkü Çaka Bey, İstanbul’u kuşattığı gibi, Rumeli’de bile Bizans için çok tehlikeli bir hale gelmişti. [19] Çavuldur Çaka, ayrıca bağımsız bir Türk beyiydi. O 1087 yılında İzmir’de bir Türk beyliği kurmuş, 40 gemilik bir donanma vücuda getirmiş, 8000 kadar Türkle Ege kıyısındaki adaları birer birer ele geçirmiş, Rumeli’deki Peçenekleri örgütleyerek onlarla birlikte 1089 yılında Silistre’de Bizans ordusunu mağlup etmiş, onun gelmesini bek­leyen Peçeneklerin 29 Nisan 1091’de Meriç kıyısında Bizanslılar ve Kumanlar tarafından mağlup edilmesiyle, hatta İzmir’i bile kaybetmesine rağmen yine mücadelesinden vazgeçmemişti.[20]
Türkmenler Sivas, Tokat ve Amasya’da Taylu Danişment Ga­zi’yle bir beylik meydana getirmişler, onun oğlu Gümüştekin Gazi beyliği ettirmiş, İsmail Danişment ve diğer kardeşleriyle birlikte beyliği yönetmişlerdi. Onlar Konya’yı merkez yapan Anadolu Sel­çukluların Haçlılarla mücadelesine sürekli destek verdiler. 1104 yılında beyliğin başına geçen Melik Gazi de Haçlılara karşı Sel­çukluya destek verdi. Kayseri ve Malatya onun zamanında fethe­dildi. Hatta Kilikya’daki Ermeni krallığı bile onun tarafından yok edildi. O gücünü kardeşi Yağıbasan’dan almaktaydı. 1134’te vefa­tıyla yerine geçen oğlu Melik Mehmet’in 1142 vefatı Danişmentli­ler parçalanmaya başladı. 1175’te Sivas, Tokat, Amasya, 1178’de de Malatya Anadolu Selçukluların eline geçti.
BİRİNCİ VE İKİNCİ HAÇLI SEFERİ
Haçlı seferlerini başlatan Papa Urbanus’dır. Bizans imparator­luğu bir askeri yardım elde etmek için Anadolu’ya yerleşen Türk­leri 1091 yılında Vatikan’a şikayet etmiş, ancak işin o kadar büyük bir boyuta ulaşabileceğini düşünmemişti.
İlk kitle Keşiş Pierre l’Ermit liderliğinde geldi. Bunlar kalaba­lıktılar. Başıbozuk ve disiplinsiz bir haldelerdi. Vahşi bir sürü ha­lindeydiler. Bizans imparatoru bunları 1096 yılının Ağustos ya da Eylül ayında İznik tarafına geçirdi. Yalova tarafına yerleşmişlerdi. 60.000 kadar Haçlı, Birinci Kılıçarslan’ın kardeşi Davut Kulanars­lan tarafından kılıçtan geçirildi. Haçlıların çok az bir kısmı kurtulup İstanbul’a sığındı. [21] 600.000 kadar gösterilir ama, zannetmem, bunların sayısı 100 bin kadardır. Sağ kalanlar ya öldürülmüş, ya da esir edilmişlerdir. Haçlıları Kulanarslan emrinde yok edenler de Yabgulu Oğuzlardı.
600.000 kadar Haçlı, ikinci seferle geleceklerdi. Bunların 100 bini zırhlı ve miğferli savaşçı askerdi. [22] Fransız kralı Birinci Henri’nin kardeşi Hugues Normandiya kontu Robert ve yeğeni, Aşağı Lorraine kontu Godefroi de Bouillon, kardeşleri ve akrabaları, Papa İkinci Urban’ı temsilen Adhemar, Gaston de Bearn, Gerardde Roussiollon, Kont Rambaud Von Orange, Raymond de Forez ve Avrupa’nın daha bir çok ileri gelen senyör ve şövalyelerinden oluşmuş ordular Birinci Haçlı Seferi’ne dahil olan Hıristiyanların imha haberini alır almaz dört koldan 1996 yılının sonlarında Anadolu’ya doğru yola çıktılar.
İstanbul önlerine ilkin Hugues’in ordusu gelmişti. İkinci olarak Godefroi de Bouillon’un ordusu geldi. Kış şartlarında yolda pek çok kişi ölmüştü. Bunlar 1997 yılının Ocak ayında Bizans impara­toruyla anlaştılar. Bohemond, Toulouse kontu Raymond, Flandr kontu Robert ve Normandiya dükü Roberd komutasındaki ordular da geldi. Nisan ayında Anadolu sahiline geçirilmeye başlandılar. [23] Bunların içinde Tadık Han komutasında 40.000 kişilik Peçenekler­den müteşekkil bir ordu da vardı. O ordu İznik’i muhasaraya me­mur edildi. Altı haftalık bir kuşatmadan sonra şehir ve kalesi 26 Haziran’da Haçlıların eline geçti. Her iki taraftan da çok kişi öl­müştü. Esir edilenler içinde Kılıçarslan’ın hanımı ve Çaka Bey’in kızı da vardı, İstanbul’a götürülmüştü. Kılıçarslan muhasara baş­larken Malatya şehrini kuşatmış bulunuyordu. Haçlılara önem ver­memişti. Durumu öğrenince ordusunu alıp süratle geldi. İznik daha düşmemişti. Ordusuyla şehre doğru bir yarma harekatı yaptı. Onu gören İznik kalesindeki Türkler cesarete geldiler. Ancak Kılıçarslan ne yapsa da bu yarma harekatı umduğu sonucu vermedi. Çünkü kuşatmaya katılan Haçlı ordusunun askerleri diğerlerinin de iş­tirakiyle kalabalıklaşmıştılar. Kılıçarslan ordusunu geri çekerek Es­kişehir civarına yöneldi. İznik kalesi düştükten sonra esir edilip İs­tanbul’a götürülen hanımından mektup aldı. O, satırlarında “Bizi ne zaman gelip kurtaracaksın” diyordu.
Kılıçarslan, Danişmentliler beyi Gümüştekin Gazi’ye ve Kay­seri emiri Hasan Bey’e mektup yazıp Haçlılara karşı onları acilen yardıma çağırdı. O arada Eskişehir önlerinde kuvvetlerini savaş için hazırladı.
Haçlıların öncü birlikleri görünmeye başlayınca Türkler onlara saldırıya geçtiler. İlk gelenler imha edildi. Peşindekiler de imha e­dildi. Bir iki gün içinde her yer Haçlı cesetleriyle doldu. Bohe­mond, Godefroi, Hugne, Robert, Tancrede, Saint Gilles ve Etienne de Blois kumandasındaki Haçlı askerleri yetiştiler. Her iki taraf büyük bir meydan savaşına hazırlandı. Bu arada Anadolu’dan yer yer yardım kuvvetleri yola çıkmaya başlamıştı ama, ne kadar bek­lense de Meydan savaşı başladı. Haçlıların sayısı Türklerden misli misli fazlaydı. Kan gövdeyi götürdü. 4 Temmuz 1097’de öyle bir savaş oldu ki, böyle bir savaş bir daha görülmez. Haçlıların ordu­sunu sarmaya başladıklarını görünce geri çekilme emrini verdi. Bu emir her kumandan tarafından başarıyla uygulandı. Türkler bir esir bile vermeden hızla çekildiler. Öyle ki otağ bile bırakıldı. Haçlılar her şeyi yağmaya başladılar. O arada yardıma 10.000 kişilik bir sü­vari Türk kuvveti geldi. Kılıçarslan bu işin savaşla olmayacağını anlamış, çete harbine karar vermişti.
Haçlılar Eskişehir’de iki gün kaldıktan sonra Konya’ya doğru yola çıktılar. Bizanslılar onlara refakat ediyorlardı. Türkler yol bo­yunca bütün yerleşim birimlerini tahliye etmişler, Haçlıların eline geçmesin diye gıda maddelerini dağlara, tepelere gömmüşlerdi. O arada yer yer baskınlar da yapıyordular. Bu baskınlar genellikle gecelerde oluyordu. Konya bile tahliye edilmiş, yiyecekler çukur­lara gömülmüştü.
Kılıçarslan, Gümüştekin Gazi ve Hasan Bey’le Ereğli’de Haç­lılara gereken darbeyi vurmak istedi ve saldırıya geçtiler. Ancak Haçlılar tükenir gibi değillerdi. Mukavemet karşısında geri çekil­diler. Haçlılar burada iki kola ayrıldılar. Bir kol Külek Boğazı’dan Kilikya’ya ilerlerken, diğer kol Kayseri’ye yöneldi. Hasan Bey on­lara karşı çok çetin mücadeleler verip baskınlarda bulundu. Sıkış­tığı zaman Niğde ve Aksaray arasındaki volkanik dağ yamacına çekiliyordu. Haçlılar yollarına devam ederken yine saldırmaya baş­lıyor, sıkışınca yine o dağın yamacına çekiliyordu. Haçlılar dağın her tarafını sarıp beklediler. Hasan Bey’in elinde düşmanı yarıp geçecek kadar kuvvet kalmamıştı. Beklemeye başladılar ve öldüler. Onun adına bu dağa Hasan Dağı dediler. İç Anadolu’nun Erci­yes’ten sonra en muhteşem dağıdır. [24] Bu Hasan Bey Danişmentna­me’deki Taylu Danişment Gazi’nin arkadaşı Durasan’dır. O da ga­za arkadaşı gibi bir Oğuz Türküdür.
Haçlılar Batı Anadolu’yu Türklerden boşaltmıştı. Bizanslılar derhal sahil şeritlerini işgal edip yerleşmeye başladılar. İzmir çev­resindeki Caka Bey’in Oğuzları da Anadolu içlerine çekilmişti. Bi­zanslılar Karadeniz sahillerini bile yeniden yerleşmeye başladılar. Kilikya’daki Türklerin de İç-Anadolu’ya çekilmesiyle Toros dağ­larına sığınan Ermeni kalıntıları da düzlüğe indiler.
1100 yılında Gümüştekin Gazi, emrindeki Oğuzlarla Haçlıların ordusunu Malatya önlerinde imha etti ve Haçlı prenslerini Niksar kalesine hapsetti. Bu büyük bir Türk zaferiydi. Haçlılar bu sefer Niksar’a yöneldiler. İç-Anadolu’da kuvvetlerini birleştiren Kılı­çarslan ve Gümüştekin Gazi, emirlerinden savaşçı güçlerle Haçlı ordusunu Amasya’da, 1101 yılında ikinci defa imha ettiler. 1102 yılında Kılıçarslan, Konya’ya gelip bu şehri başkent yaptı. İç-A­nadolu’da bir tane bile Haçlı askeri kalmamıştı. 600.000 Haçlı askerinden ancak birkaç bin kişi Antakya’ya varabilmişti.[25]
Antakya emiri Yağsıyan süratle şehre gelip kaleyi tahkim ettir­miş, Hıristiyan ahaliyi imha etmeyip kale dışına çıkarmıştı. Yine bir Haçlı kuvveti Urfa’ya varmış ve 10 Mart 1098’de şehre girmiş­lerdi. [26] Ancak onların sayısı da rakam olarak belli değil. Herhalde bir kaç bin olacak. Onları buraya davet eden şehrin Ermeni hakimi Toros’tu. O Haçlıların başında Baudouin vardı. Birkaç gün sonra Toros bir suikaste kurban gitti.[27]
Tutuş oğlu Rıdvan’ın yardım için yolladığı kuvvet Asi nehri kıyısında Haçlılar tarafından mağlup edilerek geri çevrildi. Musul valisi Kürboğa Haçlılar elindeki Urfa’yı kuşatmış, bu şehrin ka­lesini almakla meşguldü. Fatimiler Haçlıların gelmesinden memnun olmuştular. Haçlılar 3 Haziran 1098’de kaleye girdiler. Kadın, yaş­lı, küçük çocuk demeden Türkleri kılıçtan geçirdiler. Yağısiyan’ın kale dışına çıkardığı Hıristiyan ahali de bu katliama iştirak etmişti. Türk merhametinin binde birini bile Haçlılar göstermedi. Yağısiyan emrindeki bir birlikle kuşatmayı yararak şehri terketmişti ama, yolda yarası dolayısı ile öldü.[28] Kahramanca çarpışmış, yapacak bir şeyi kalmamıştı. Peşlerinde Haçlı süvarileri vardı. Yağısiyan’ın ce­sedini bırakıp gittiler. Buna mecburlardı. Yoksa hızları kesilir, ya­kalanırlardı.
İşte, Haçlılara 7-8 ay direnen bir eşsiz kahraman, kılıç değil, kalem sahipleri tarafından nasıl aşağılanır, onu görelim:
Franklar Antakya önünde çadırlarını kurdular. 9 ay muharebe ettiler. Bir gece tahtadan bir kule vücuda getirdiler. O gece şehre girdiler. Antakya’nın adı Gaisgan olan Türk hakimi acaip seslerle uyandı. Frankların kaleyi zap ettiklerini zannedip 30 arkadaşını alıp Haleb’e doğru kaçtı. Gün doğarken pişman oldu. “Ben şehrimi na­sıl verdim” deyip dövünmeye başladı. Kederinden atından düştü. Arkadaşları onu bırakıp uzaklaştılar. O arada dağdan inen bir o­duncu Ermeni Gaisgan’ı gördü ve başını kesip Franklara götürdü, “Onu ben öldürdüm” dedi.[29]
Bu söylenenlerde mantık nerede? Okuyanlar da buna mal bul­muş mağribi gibi sarılır. “Bizimkiler 9. Kitap” bile bu masalı tek­rarlar.
1.si, 30 kişi bir kuşatmayı yarıp çıkamaz. En az 500 ya da 1000 atlı olması lazım. Bunların kuşatmayı yarıp çıkarlarken yarısından fazlası ölebilir. Çünkü çarpışma olmadan geçemezler. O arada Yağısiyan’ın yaralanma ihtimali çok yüksek. Ve yaralanmıştır da, yani Abu’l-Farac ve “Bizimkiler”in dediği gibi attan düşerek değil.
2.si, yaralı bir bey Türkler tarafından asla terk edilmez. Demek ki Yağısiyan ölmüş. Peşlerinde takip edenler olmasa o cesedi alıp gidebilirlerdi. Yağısiyan’ın öldüğü açıkça belli. Bu inkar edilemez. Takip edenlerle kaçanlar arasındaki mesafe kısa ki, cesedi almaya fırsat bulamamışlar. Yağısiyan’ın başını kesen Ermeni de, bu beyin acıyıp şehir dışına bıraktığı Hıristiyan ahaliden biri olması gerek. Daha doğrusu, nankör, kadir kıymet bilmez ve ucuz kahraman. Zaten Ermeni demek bu demektir.
Rahat uyu Yağısiyan, ruhun şad olsun.
Osman Turan, diyor ya, Haçlılardan 300.000 kişiden birkaç bin kişi kalmış, bunlar da Antakya’ya varmışlardı. Onun bu söyledik­leri doğru olabilir? Urfa’ya varanlar ise yolda 6-7 ay kadar oya­lanmış olacak. Bu arada sık Türk taarruzlarına da maruz kalmaları ve çok sayıda asker kaybetmeleri mümkün.
Haçlı kuvvetleri Çukurova’ya vardığında buraya hakim olmuş­lar. Ermeniler onlara destek vermiş. [30] Yani birkaç bin Haçlının 10 bin, ya da 20 bin Ermeniyle Antakya önlerine gelmesi ihtimali var. Bu rakam 30 bin de olabilir. Peki, Külek Boğazı’ndan geçerlerken Haçlılar da imha edilmiş olamaz mı?
İkinci kol Niğde ve Kayseri tarafına yönelmişti. Onlarla müca­dele veren de Hasan Bey’di. Bunu görmüştük. Demek ki Haçlıların ikinci kolu da yollarda korkunç biçimde hırpalanmış. Bu itirazsız aşikar.
Kürboğa, Antakya kalesi düştükten 6 gün sonra Antakya önle­rine gelmiş, kaleyi kuşatmış, Haçlıları zor durumda bırakmış, hatta onları kaleden savaşmak için dışarıya bile çıkarmıştı. Ancak Türk­men beyleri sayıca çok,  kuvvet bakımından da üstün olmalarına rağmen, aralarında birbirlerini çekememezlik vardı. Yani birlikten yoksundular. Tam savaş yapacaklar ve Haçlıların kalan kısımlarını da imha edeceklerken Tutuşoğlu Dukak, kuvvetleriyle ayrıldı. Onu Artukoğlu Sökmen takip etti. Kürboğa yalnız kalmıştı. O da mec­bur, savaşa girmeden çekilmek zorunda kaldı. Ayrılanlar Kür­boğa’nın kazanacağı bu zaferle gücünün ve kudretinin artacağını, kendilerine tahakküm edeceğini zannetmiştiler.[31]
Çok geçmeden Fatimiler harekete geçmiş, Kudüs’ü kuşatmaya başlamışlardı. Yabgulu Oğuzlardan Artukoğlu Sökmen, 40 günlük kuşatmadan sonra burasını Fatimilere teslim etti. [32] Ancak Kudüs, onların elinde uzun süre kalmayacaktı. 15 Ağustos 1099’da Haçlı­lar Kudüs’e girdiler. Hem de öyle bir girdiler ki, 2 gün içinde 40 bin Müslüman ve Yahudiyi çoluk çocuk, kadın, ihtiyar demeden kılıçtan geçirdiler. Böylece Kudüs krallığı kurulmuş oldu. Godefroi de Bouillon başa getirildi. Arnulf of Chocques de Kudüs patriği oldu.[33]
Fatimiler 20-30 bin kişilik bir orduyla Kudüs üzerine geldikle­rinde, Haçlılar onları Ascalon’da karışlamış ve muharebe yaptı­lar.[34] İşte bu savaş Kudüs’ü ele geçiren Haçlıların sayısı hakkında bir rakam verebilir. Yapılan savaşta sayıca daha az oldukları söyle­niyor ki, bu 10 bin asker demektir. Fatimilerin kayıbı daha fazla olduğundan çekilmiştiler.[35] Bu yıl, yani 1099 yılında, Piza pisko­posu Daimberg 120 gemilik bir filoyla gelmiş, yiyecek ve çok sa­yıda insan getirmişti. Tabi ki bunların içinde savaşçılar da olacaktı. 1100 yılında ise 2 bin kadar gemiyle bir Venedik filosu Haçlılara yardım için Yafa’ya geldi.[36]
1099 yılında Avrupa’dan gelen Danimarka kralının oğlu Sven kumandasındaki 15.000 kişilik ordu Kılıçarslan tarafından 1099 yılında, Alaşehir ve Terma arasında imha edildi. Anadolu Selçuk­luları yıpranırken Danişmentliler diri kalmıştı. Onlar Gabriel haki­miyetindeki Malatya’yı kuşattılar. Antakya kontu Bohemond, Gabriel’in yardımına geldi. 1100 yılında bu Haçlılar Malatya ö­nünde Gümüştekin Gazi tarafından imha edildiler. Bohemond, tut­sak alındı. Malatya bu şekilde Danişmentlilerin eline geçmiş oldu. Urfalı Mateos, Gümüştekin Gazi için, “O iyi bir adam, memlekete imar edici ve Hıristiyanlara karşı çok merhametli kişiydi” diyor. Hatta Ermeni ve Süryani tarihçiler kaleme aldıkları eserlerinde Kılıçarslan’a bile övgüler diziyordu. [37] Bu sırada Godefroi de Bou­illon öldü. Onun ölümüyle aynı yıl Urfa kontu Baudouin Kudüs krallı seçildi. Patrik Daimberg ve Galile prensi Tancrede muhalifti­ler. O arada Daimberg öldü. Yeni Kudüs kralı Fatimiler karşısında yenilmişti ama, Haçlılar Akka limanını ele geçirdiler. Urfa kontu Baudouin de Burg olmuştu. Bu adam Malatya hakimi Gabriel’in kızıyla evlendi.[38]
Haçlı orduları çok kalabalık olarak üç koldan 1101 yılında A­nadolu’ya doğru Avrupa’dan yola çıktılar. Birinci ordunun başında Milano başpiskoposu Anselm de Buis, ikinci ordunun başında Ne­vers kontu İkinci Guillaume, üçüncü ordunun başında Aquitania dükü Dokuzuncu Guillaume vardı.
Birinci ordu İstanbul’a vardı. Önceki yol yerine, İç-Anadolu’ya İznik, Bursa, Ankara istikametinde ilerlemeye başladı. Bizans imparatoru Alexios onları uyardı ama, dinlemediler. Ankara boşaltılmıştı. Haçlılar kaleye girdiler. 2 gün sonra Çankırı’ya doğru ilerlediler.
Kılıçarslan, Gümüştekin Gazi’yle anlaşmıştı. Halep emiri Tutu­şoğlu Rıdvan, Harran emiri Karaca ve Artuklu emiri Belek Gazi Haçlılara karşı yardımcı kuvvetlerin başlarında gelmiştiler, ya da süvari kuvvetleri göndermiştiler. Kılıçarslan, Haçlıların arada mesafe bırakarak önden takip ediyor, yol istikametindeki yiyecek ve içecek bulunan yerleri tahrip ediyordu.
Haçlılar 2 Temmuz’da Çankırı’ya vardılar. Türkler ancak 20 bin kişilik bir süvari toplayabilmiştiler. Oysa Haçlılar 200.000 kişi civarındaydı. Türkler, çete harbi vermeye başladılar. Bu çok etkili bir yöntemdi. Zaten Haçlılar gıdasız ve susuz kalmışlardı. Ordudan ayrılıp yakın köylere de gidemiyordular. Gittiklerinde baskın yiyorlardı. Türkler çevredeydiler. Ufak gruplar halinde, fırsat bul­duklarında onlara baskın yapıyorlardı. Her geçen gün sayıları ek­silip duruyordu.
Güneydoğu Anadolu’nun durumu da karışıktı. Kudüs’ten ayrı­lan Artukoğulları Diyarbakır’a gelmiş, burayı ikta olarak almak istiyordular. Çukurova Ermenilerinin başındaki Konstantin ölmüş, yerine Toros geçmişti. Yalnız bu Toros, Urfa’da öldürülen Toros değildi.
Kılıçarslan savaş için Merzifon ovasını seçmişti. Haçlılar 2 A­ğustos’ta buraya geldiler. Yorgunluklarını gidermek için durmuş-lardı ki, ovanın etrafındaki tepelerden doludizgin saldırdılar. Haç­lılar ok yağmuru içinde kalmışlardı. Arabaları dizdiler, ağırlıkları indirdiler, bunları siper yaptılar. Akşama kadar Türklerin saldırıları devam etti.
Ertesi gün Konrad, yiyecek meselesine bir çözüm getirmek için 3000 Alman askerini boşaltılmış Merzifon kalesine yolladı. Ordu kampından 4-5 km. içeride bulunan kaleden Haçlılar yiyecekleri alıp çıkarlarken Türklerin saldırısına uğradılar. Onlar burada 700 kadar asker kaybederek eli boş olarak kampa döndüler. 4 Ağustos günü her hangi bir saldırı olmadı. Haçlılar açlıktan ve susuzluktan perişan olmuşlardı. 5 Ağustos günü Milano başpiskoposu Anselm orduyu takdis etti. Saldıracaktılar. 5 gruba ayrılmışlardı. En ilkin en kalabalık grup olan Lombartlar saldırdı. Bunlar yıpranıp ağır kayıp verince geri çekildiler. Almanlar saldırdı. Onlar da yıpranıp ağır kayıp verince çekildiler. Fransızlar saldırdı. Bunların tamamı imha edildi. Peçenekler de çekilmişlerdi. Raymond zor kurtulmuştu. Gece olunca askerler ordugahı terkedip kaçmaya başladılar. Türk­lerin ölü sayısı 3000’di. Haçlıların telefi misli misli, haddinden de fazlaydı. Türkler bunu haber aldılar. Sabah olunca Haçlı kararga­hına bütün güçleriyle saldırıp öldürücü darbeyi vurdular. Türkler yağmayla vakit kaybetmeyip kaçan Haçlıların peşine düştüler. Yaya kaçan askerlerin hepsi yakalanıp öldürüldü. Bu takip 2 gün boyunca sürdü. Şövalyelerden kurtulabilenler Sinop kalesine varıp sığınmışlardı. Haçlılar askerlerinin beşte dördünü kaybetmiş­lerdi. 200.000 askerin ancak 30-40 bini kurtulabilmişti. Ancak Türkler Fransızlardan oluşan ikinci Haçlı ordusunun Konya’ya doğru Ankara’dan ilerlediğini haber aldılar. [39] Çünkü haber alma teşkilat­ları o devre göre müthişti. Dinlenmeye bile fırsat vermeden süvari­lerle yola çıktılar. 13 Ağustos günü Haçlı ordusuna yetişildi. Türk­ler anında bu orduya yüklendiler. Ancak Haçlılar o kadar yorgun değillerdi. Karşı koydular. Türkler kayıp vermeden geri çekildi. Önceki taktiği uygulamaya karar vermişlerdi. Takip etmeye başla­dılar. Haçlılar Konya’ya erişince şehre saldırdılar ama, giremediler. Yollarına devam etmeye karar vermişlerdi. Birinci ordunun başına gelenlerden haberleri yoktu.
Konya önünde 1 gün konaklayan Haçlılar güneye doğru ilerle­meye başladılar. 3 gün boyunca ilerlediler. Yiyecekleri ve içecek­leri tükenmişti. Türkler tam bu anda saldırdı. Hepsi kılıçtan geçi­rildi. Sadece ordu kumandanı Never kontu Giyyom ve 5-10 şövalye sağ kurtulmuş, bunlar da Bizans’ın hakimiyetindeki Ermenek kalesine kendilerini zor atmışlardı.
Kılıçarslan, üçüncü Haçlı ordusunun gelmekte olduğunu, Akşe­hir yakınlarında bulunduğunu haber aldı. Çok yorgundular. Yola çıkacak takatları kalmamıştı. Bir gün boyunca Ereğli’de dinlen­diler.
Türkler Haçlıların ilerlediği yol boyunca yerleşim birimlerini ve su kaynaklarını tahrip etmişlerdi. Haçlılar güçlükle ilerleyebili­yordular. 5 Eylül’de Ereğli’nin batısına gelmişlerdi. Burası Ereğli ırmağının bulunduğu yerdi. Haçlılar suyu görünce ok yaydan bo­şanır gibi fırladılar. Türkler pusuya yatmıştı. Su içmeye başlayan binlerce kişi birden ok yağmuru altında kaldı. Haçlılar şaşırmıştılar. Bunu beklemiyorlardı. Onların toparlanmasına fırsat vermeyen Türkler saldırışa geçti. Haçlı askerleri savaşacak bir an bile bula­madılar. Hepsi yerlere serildi. Ordunun başındaki Akitanya dükü Giyyom, 400 atlıyla arkasına bile bakmadan uzaklaşıp gitti. 100 bin kişilik Haçlı ordusu bir anda imha edilmişti. Bir ay içinde Türkler en az 300.000 Haçlı askerini imha etmiştiler. [40]
1097 yılında 600.000 kişilik İkinci Haçlı ordusunun Anado­lu’da, Urfa’ya ve Antakya’ya ulaşabilen 15-20 bin Haçlı haricinde, hepsinin kılıçtan geçirildiğine çok kimse inanamaz, yine atıyorlar der. Bunu söyleyenler işin her yönünü didik didik edip araştıran kimseler, tarih hocaları, Osman Turan ve Mükremin Halil Yinanç gibi profesörlük ünvanını almış üniversite öğretim üyeleri. Evet; gerçekten de akıl almaz bir durum. Ama gerçek. Olmuş. Tarih buna şahit. İster kabul et, ister etme, ama olan bir şeyi inkar edemezsin.
İşi havsalasına sığdıramayanlar akıl yürütmeye başlarlar. Asi nehri kenarında bir Türk kuvveti mağlup edilmiş. Antakya Haçlıla­rın eline geçmiş. Ondan sonra Kudüs de Haçlıların eline geçmiş. Bu öyle 15-20 bin Haçlının eseri olamaz. Olsa olsa bu Haçlılar ancak 100.000 civarında olabilirler. Öyleyse biz 15-20 bin yerine 100 bin diyelim. Evet; böyle demişlerdir. Ancak unuttukları ve düşün­medikleri bir şey var
Urfa’ya varan Baudouin kumandasındaki Haçlı kuvveti 5000 kişi civarındaydı. Onunla birlikte Maraş, Göksun’dan yola çıkan Haçlıların bir kısmı, Baudouin’den ayrılarak Antakya’ya doğru ilerlediler. 5000 ya da 15.000 kişi olan bunların başında Godefroi de Bouillon vardı. Saint Gilles ve Etienne de Blois de onunla bir­likteyi. Ereğli’den 100.000 askerle yola çıkan, Külek Boğazı’na 50-60 bin askerle varan, Çukurova’ya indiklerinde 10.000 askere düşen Haçlı ordusunun başında Bohemond vardı. Patrik Daimberg ve Galile prensi Tancrede onun yanında bulunmaktaydı. Bunlar Çukurova’da kendilerine katılan 15-20 bin kadar Ermeni savaş­çısıyla Antakya önüne geldiler ve şehri kuşattılar. Göksun’dan gelen Godefroi de Bouillon komutasındaki 5000 kişilik Haçlı kuv­veti de bunlara katıldı. Bohemond, Urfa hakimi Toros’un ölümüyle şehre hakim olmuş, o arada 2000 ya da 3000 kişilik bir kuvveti Antakya fethine göndermiş olabilir. Çevreden bazı Ermeniler de Antakya fethine iştirak ettiğini düşünelim. Mesela, Yağısiyan’ın kale dışına çıkardığı şehirdeki Ermeniler. Nereden bakarsak ba­kalım, Antakya’yı Türklerin elinden alanların 18.000 Haçlı, 22.000 onlara katılan Ermeni, 5000 de Antakya ahalisinden olduğunu dü­şünelim, toplam 45.000 kişilik bir ordu. 5000 kişi de şehir düştük­ten sonra bunlara katılmış. Etti. 50.000 kişi. Haçlıların Kudüs’e 40.000 kişilik bir kuvvetle ilerlediğini ve şehri aldıklarını söyleyen­ler var. Hatta 20 bin kişi olduklarını da söyleyenler var. Bunların her ikisi de haklı. Çünkü 20 bin kişilik Haçlı ordusundaki kuvvet Ermenilerden müteşekkil. Zaten Fatimilerle Ascalon’da yapılan savaşta Haçlıların 10 bin kişilik askeri vardı. 10 bin askeri Kudüs’ü korumak için bırakmıştılar. 20.000 kişilik Ermeni kuvveti Kudü­s’ün zaptından sonra Çukurova’ya dönmüş olabilir.
Ancak denilebilir ki, Kayseri istikametine giden 200.000 kişilik orduya ne oldu da, Göksun’a kadar bu ordu 10 bine düştü, ya da 15.000’e. Söz konusu orduyla Hasan Bey ve Gümüştekin Gazi uğ­raşıyordu. Bu ordu Kayseri’ye giderken yolda çok kayıp vermiş o­labilir. Bu ordunun kalan kısmı Kayseri’den sonra Maraş arasında da Gümüştekin Gazi tarafından hırpalanması da mümkün, keza Maraş’ta da. Ereğli’den Külek Boğazı’na hareket eden orduyu da Kılıçarslan hırpalamış olabilir, hatta Külek Boğazı’ndan geçer­lerken bile. İşte bir türlü havsalaya sığdırılamayan, akıl ve mantık dışı kabul edilen durum bu.
Arap tarihçileri, başta İbnü’l-Esir Haçlılar için 300.000 sayısını verirken, onların Ereğli’den Kudüs’e doğru yola çıkarlarken mev­cut sayıları vermişler, yoksa İznik’ten itibaren sayılarını değil. Şimdi durum herhalde anlaşılmıştır. Merzifon ve iki Ereğli savaşını gördükten sonra ortada Türkler için akıl ve mantık dışı durum herhalde kalmaz.
600.000 Haçlının imhasını bir türlü kabul edemeyenler işi pek kurcalamak istemezler. Çünkü bu sayının 900 bine, hatta 950 bine çıkacağını bilirler. 100.000 de Birinci Haçlı seferinde yok edilen kesim. Evet; bir milyon, hatta 1.050.000. 5 yılda imha edilen Haçlı sayısı bu. Bir Türk mucizesi gerçekleşmiş ama, görmek istemezler. Türk işte bu. Yok edilme tehlikesiyle karşı karşıya kaldığı zaman kimsenin akıl ve sır erdiremediği bir mucizeyi gerçekleştirmekte mahirdir. Türk demek akıllara durgunluk veren demektir. Yapanlar da başka birileri değil, Yabgulu Oğuzlardır.
DANİŞMENTLİLERİN GÜÇLENMESİ VE SİYASİ TAVRI
Gümüştekin Gazi, 18 Eylül 1102’de Malatya’yı Gabriel’in elinden aldı. Haçlılara karşı işbirliği yaptığı, ona her yönüyle destek verdiği Kılıçarslan bundan hoşlanmamıştı. 1103 yılında Bohemon­d’un serbest bırakılması ve Haçlılar tarafından ödenen fidyeden de kendisine bir şey gönderilmemesi işi durumu alevlendirdi. Anlaş­mada Yağısiyan’ın esir edilen kızı da serbest bırakılmıştı. Aslında Bohemond’un serbest bırakılması iyi bir şey olmamıştı. O serbest kalınca Haçlılar harekete geçmiş, Halep ve Mardin çevresinde çok zarar vermiştiler. Kılıçarslan, Bizans imparatoru ile ittifak kurarak Danişmentliler üzerine yürüdü ve Gümüştekin Gazi’nin ordusunu Maraş önlerinde, Ağustos ayında mağlup etti. Bulgaristan başpapa­zı Theophylacte’nin Gregoire Taronite’ye gönderdiği mektupta, onun Ermenilere yaptığı zulümden bahsedilmektedir. Hatta o, Gümüştekin Gazi için dinsiz Türk bile demektedir.[41]
Öyleyse Danişmentname tamamen bir yalandan ibarettir. Os­man Turan ve Mükremin Halil Yinanç zaten bu kitap müsvettesin­den huylanmışlardı. Söz konusu eseri yazanların demek ki, başka bir amaçları vardı. O amaç da Danişmentlileri çarpıtmak. Zaten o kita­bı kimin yazdığı belli değildir.
Taylu Danişment Gazi var. Onun oğlu Gümüştekin Gazi var. Gümüştekin Gazi 1104 yılında vefat ediyor. [42] Yerine oğlu Melik Emir Danişment Gazi geçiyor. Antakya hakimi Yağısiyan da Gü­müştekin Gazi’nin oğluydu.[43] Onun bulunan cesedinin başını bir Ermeni’nin kestiğini ve Haçlılara büyük bir övünçle gösterdiğini görmüştük.
Taylu Danişment Gazi ve Gümüştekin Gazi 1072 yılından beri Ermenilere karşı mücadele de vermiştiler. Malatya’nın fethi bunu pekiştirir. Danişmendname’nin babasını Ali bin Yahya el-Ermeni[44] olarak yazması ya bu eseri yazanın Danişmentliler hakkında tam bilgi sahibi olmadığını ya da art niyeti bulunduğunu ortaya koyar. Her yönüyle Türk olan birinin saçma sapan ve kimin tarafından yazıldığı belli olmayan bir kitap tarafından o şekilde nitelendiril­mesi ilmi kuralların tamamen dışındadır. Urfalı Mateos, Danişment Gazi hakkında, onun Türkler tarafından esir edilen bir köle olduğu­nu ve Müslüman yapıldığını söylüyor.[45] Suryani Mateos yetmezmiş gibi, Bizans kaynaklarından bazısı da, Taylu Danişment Gazi’yi çok tanıyorlarmış gibi, kalkıp onun menşeini “Perse Armenien[46] belirtmek isterler. Onların bu tutumu Danişmentname’nin yazılması ve yazarının meçhuliyetinin sırrını açığa çıkarır. Eserin yazılış tarihini birileri ebced hesabıyla bulmak isterler. Biri kalkıp 1054 biri de kalkıp 1092 tarihini verir.[47] Tabi ki bu saçmadır.
Tarihçi Âlî'nin Mirkât ül Cihat adlı eserinde I. veya II. Mura­d’ın emriyle Tokat dizdarı Arif Ali tarafından İkinci İzzettin Keykavus’un münşisi İbni Ala’nın yazdığı” kitap asıl olarak tutulup yazdırılmıştır. [48] Peki, onun yazdığı asıl kitap nerede? Onu gören ya da okuyan var mı? Ali bin Yahya el-Ermeni ismini ilave eden kim? Yoksa kafiyeye uygun düşmesi için mi denmiştir? Ya da o kitapta Ali bin Yahya ismi var da, Ermeni adı yok, ama bunu Tokat dizdarı Arif Ali mi ilave etmiştir? Ki kuvvetli ihtimaldir.
Anadolu Türk beyliklerinde ilk eser Danişimentliler tarafından meydana getirilmiş. “Keşfü’l-Akabe” adlı bu eser Kayseri muhafızı İbnü’l-Kemal tarafından Melik Emir Danişment Gazi zamanında, yani 1104-1124 yılları arasında Farsça olarak kaleme alınmıştır. [49] İlk Türkçe eseri de yine Danişmendli olan biri tarafından Birinci Alaattin Keykubat zamanında kaleme alınmıştır ki, bu eserin yazarı Amasya valisi Mübariz Halifet Gazi’dir. Eserin adı Tuhfe-i Mubâ­rizî’dir. Eser önce yazarı tarafından Arapça yazılmış, sonra Farsça­ya çevrilmiş, yine yazarı tarafından Türkçe yazılmıştır. [50] Bu eserin Türkçe olarak kaleme alınması Karamanlı Mehmet Bey’den öncedir.
Gümüştekin Gazi’den sonra başa geçen oğlu Melik Emir Gazi zamanında Danişmentliler altın çağını yaşadı. Selçuklu sultanı Mesut onun damadıydı. Emir Gazi, onunla birlikte hareket ederek 1124 yılında Malatya’yı Artukluların elinden aldı. Harput’u almak istedi ama, alamadı. O, Karadeniz sahillerine ulaştığı gibi, 1129 yı­lında Kilikya’da, Anazarba civarında Haçlıları mağlup etti ve Haç­lıların kumandanı olan Bohemond’un oğlunu öldürdü. Bizanslılar eline geçen Kastamonu’yu 1132 yılında geri aldı ve 1134 yılında vefat etti.[51]
YABGULU OĞUZLAR HARZEM’DE DE DEVLET KURUYOR
Harzemşahların atası Anuş Tigin’di. Valiliğe kadar yükselmişti. Onun için Garcistanlı da derler. Oğlu Kutbettin Muhammet’ti. Babasının ölümüyle onun yerine 1097 yılında Horasan valiliğine getirilmişti. O Selçuklulara sadıktı. Ancak oğlu Atsız Bey, öyle e­mir altına alınacak biri değildi. Bağımsız ruhluydu. Selçuklu sultanı Sencer’in yönetiminden de memnun değildi. Mangışlak’ı alarak sınırlarına dahil etti. Bunun üzerine Sultan Sencer, 1038 yılında or­dusuyla yürüyüp onu mağlup etti. Ancak Atsız Bey, yine Selçuklu­ların tabiyetine girmedi ve Harzem bölgesini yönetti. Sultan Sencer, isyan eden Yabgulu Oğuzlar tarafından 1053 yılında esir edilince de, devletini kurdu.
Harzem bir bölge ismidir. Araplar ve Acemler Türklerden farklı olarak buraya Harizm der. Onlar dedi diye biz de diyecek değiliz. Harzemşah genellikle Harzem bölgesine hakim olan valilere ve hükümdarlara denilirdi. Hatta Gaznelilerin 1017-1041 yılları ara­sında Harzem valiliğini yapan Altuntaş el-Hacib’e bile Harzemşah denilmekteydi.
Bölge Türkmen ve Kıpçak bölgesidir. Önemli olan bu bölgede­ki insanları itaat altına alınmasıdır. Sultan Alparslan zamanında Harzem valisi oğlu Ayaz’dı. Sultan Melikşah başa geçince buraya vali olarak Anuş Tigin’i tayin etmişti. Sultan Sencer, 1038 yılında bağımsız hareket etmeye çalışan Atsız Bey’i mağlup edince, Yab­gulu Oğuzlar onun çevresinde toplanmaya başladılar. Aslında O­ğuzlar isyanının mimarı Atsız Bey’dir.
Peki, Harzemşahlar Devleti’ni kuran Atsız Bey midir, ya da oğlu İl-Arslan mıdır? Bu cevabı şimdiye kadar pek veren olmadı ama, genellikle onların söylemek istedikleri Atsız Bey’den yanadır. Çünkü Sultan Sencer esir edilmiş, 3 yıl esaret altında kalmış, serbest bırakıldıktan bir yıl sonra da vefat etmiş. Yani kolunu bile kımıldatamaz duruma düşmüş. Bundan daha iyi bağımsızlık ilan edilecek durum mu var. Deniyor ki, Atsız Bey, Oğuzlar tarafından esir edilen sultana sadık teba gibi davranıyordu. [52] Oğuzlar da sultanı esir etmelerine rağmen onu gündüzleri tahta çıkarıp otur­tuyor, buyurun emrindeyiz diyorlar, geceleri kaçmasın diye hapse­diyorlardı. [53]
Oğuzlar isyan ediyor ve Sultan Sencer’i ordusuyla birlikte mağlup edip esir alıyorlar. Bu Oğuzlar bir çapulcu sürüsü değil, el­bette ki onların başında biri var. O kişi ise Atsız Bey’den başkası olamaz. Çünkü onun konumu buna müsait. Demek ki Harzemşahlar Devleti’ni Atsız Bey, 1053 yılında kurmuştur. Doğrusu da budur. İl-Arslan başa geçince onun Harzemşahlığı Sultan Sencer tarafın­dan 1056 yılında tasdik edildi[54] deniyor. Nasıl tasdik edilmiş, onu da merak ediyorum. Hapiste mi tasdik edilmiş, yoksa serbest bırakılması karşılığında mı tasdik edilmiş? Bunların hepsi saçma. Sultan Sencer, Atsız Bey’in örgütlediği Yabgulu Oğuzlar tarafından esir edilmesiyle Harzemşahlar Devleti kurulmuştur. Bu devleti kuranlar da Yabgulu Oğuzlardan başkası değil.
Atsız Bey çok düzenli ve tertipli biriydi. Onda büyük devlet a­damlığı vasfı vardı. Farsça ve Arapça da bilirdi. İl-Arslan zama­nında Harzemşahlar divan üyeliği ve başkanlığı da yapmış olan Reşidettin Vatvat, Atsız’ın 29 Arapça vesika ve 58 Farsça mektu­bunu toplamış, bunları bir kitap haline getirmiştir. Mektuplar, “At­sız’dan…” diye başlıyordu. [55] Besmele yoktu. En doğrusu da buy­du.
İl-Arslan, babası Atsız Bey gibi güçlü biri değildi. Karahıtay­larla mücadele etmesine rağmen, onlara vergi verdi, bu suretle ko­numunu muhafaza etmeye çalıştı. 1072 yılında vefatıyla yerine Sultanşah bir oldu bittiyle geçti. Ancak ağabeyi Alaattin Tekiş bu­nu kabul etmedi ve mücadeleye girdi. Sultanşah aynı yıl tahtı ter­k edip, Selçuklu emiri Müeyyet Ayapa’nın yanına kaçtı. Böylece A­laattin Tekiş 1072 yılında Harzemşahların başına geçti. [56]
Sultan Alaattin Tekiş, Harzemşahların en güçlü hükümdarla­rından biridir. 1194 yılında Rey civarındaki savaşta Irak Selçuk­luları sultanı İkinci Tuğrul’u mağlup ederek, Büyük Selçuklu mirasını devralmış, [57] o devletin Sultan Alparslan, hatta Sultan Me­likşah zamanındaki kapsadığı, Suriye ve Anadolu dışında bulunan alana hakim olmuştur.
Alaattin Tekiş’in 1200 yılında vefatı üzerine Alaattin Muham­met, Harzemşahlar Devleti’nin başına geçti. İlkin bir az bocala­masına, hatta Gurlulara mağlup olmasına rağmen usta siyaseti sa­yesinde, yani Karahıtayların desteğini alarak, o arada çekilen Gur­lularla Karahıtaylıara karşı dostane münasebet kurarak durumu telafi etti ve Buhara’yı 1207 yılında zaptetti. 1210 yılında Karahı­tayları mağlup ederek Andican ve çevresini de sınırlarına dahil etti. Taberistan’ı ele geçirdi, Batı Karahanlıları tarihten sildi ve Ka­rahıtayların Cengiz Han’la mücadelesinden istifade ederek, bütün Maveraünnehir’e de hakim oldu.
Alaattin Muhammet, 1215 yılında Kıpçaklar üzerine başarılı seferler yapıp Aral Gölü’yle Hazar Denizi arasındaki toprakların yukarılarını da sınırlarına dahil etti. Bu yıl Gazne’yi da alıp oğlu Celalettin’e verdi. O, 1216 yılında Fars atabeki Zengi oğlu Sa’d ve Azarbeycan atabeki Özbek üzerine bile sefer yapıp ikisini de itaat altına aldı.
Alaattin Muhammet zamanında Harzemşahlar Büyük Selçuklu­ların sınırlarının daha ötesine taşmışlardı.[58] Bu da başta bulunan akıllı ve milli şuura sahip hükümdar sayesinde olmuştu. O nedenle Mevlana Celalettin’in babası Bahattin Veled, Alaattin Muhamme­t’e, yani Muhammet Harzemşah’a korkunç bir şekilde düşmanlık besler.
Ahmet Yesevi’yi pir olarak piyasaya çıkaran, onun örgütlenme­sine yardım eden ve destek veren Atsız Bey’di. Cengiz Han istilası ile Anadolu’ya gelen Horasan erenlerine baktığımız zaman, onların Mevlana Celalettin ve çevresi hariç, hepsi Klasik İslam düşüncesin­den ayrı bir fikre sahip oldukları görülür. Bu düşünce ve fikir Türk­lüğe ve Türkçülüğe daha meyillidir. Sünni İslam’ın dışındadır. Ehl-i Beyt sevgisi nedeniyle Şiaya, daha doğrusu Fatimiliğe bir az ya­kındır. Ama onlar gibi pek düşünmezler. Ayrıldıkları çok yönler vardır.
Şia Eba Müslim’i kabul eder ama, İmam-ı azam Ebu Hanife’yi kabul etmez. Hatta Şia Vasıl bin Ata’yı da kabul etmez. Oysa Ah­met Yesevi, hem Eba Müslim Horasani’yi kabul ettiği gibi, hem de Ebu Hanife’yi ve Vasıl Bin Ata’yı kabul eder. Şia, Namaz kılmaya, Oruç tutmaya ve Hac etmeye önem verdiği halde, Ahmet Yesevi, bunları ikinci plana itmiştir.
Bu Türkçülük fikriyle yoğrulmuş gizli bir örgüttü. Yabgulu O­ğuzların ayaklanması ve başarısında da söz konusu örgüt yapı­lanmasının rolü vardır. Namaz örgüt elemanlarının tespitinde ve ele geçirilmesinde etkendi. Keza, Oruç da. Çünkü bunda da teravi namazları vardı. Oruç bir ay bile olsa, insanın sağlıklı düşünmesini engellediği gibi, pot kırmasına da neden olabilirdi. Hac ise örgüt e­lemanlarının tespitinde ve ele geçirilmesinde en büyük etkendi. Sünnilik devlet politikasının propagandasına elverişliydi. Oysa Ahmet Yesevi devlet politikası değil, millet politikası gütmekteydi. Sünnilikte iki yüzlülük vardı. Bu nedenle İmam Buhari’nin Ha­disler Kitabı Müslümanlık adına piyasaya çıkarılmıştı ama, o ki­tapta başta Ebu Hanife hadisler hususunda yerden yere vurulurken, İslam peygamberi Hazreti Muhammet, küçük yaştaki bir kızla ev­lenmiş gösterilmekteydi. Kızın yaşı küçüktü ama, o kitabın belirtti­ği kadar da küçük değildi. Niyetleri Peygamberi kötülemek, onu a­şağılamak, hatta sapık biri olarak göstermekti. Ama birileri için İ­mam Buhari’nin Hadisler Kitabı Kuran’dan bile önemliydi. Ona Buhara’da dünyaya geldiği için Türk diyenler vardır.
Ahmet Yesevi örgütünün temeli, Ebu Müslim’in Horasan ihtilaline dayanmaktaydı. Onun öldürülmesinden sonra Nişabur’a geçen hanımı Gül Hatun bu örgütü devam ettirmiş, kimi zaman yüzünü bir peçeyle gizleyerek, hatta Mukanna adını alarak Abbasilere kan kusturmuştu. Babek isyanında da bu örgütün parmağı vardı. Amidülmülk el-Kunduri bile söz konusu örgüt üyesiydi. Taylu Danişment Gazi de.
Feridettin Attar’ın Mantıkı’t-Tayr[59], Pendname adlı iki eseri olduğu gibi, Mazharatü’l Acayip adlı bir eserini de vardır. Bu eser­de o, Hazreti Ali ve oniki imamı metheder. Yine o, bu eserde Meh­diliğe inanmadığını, “Mehdi”nin zannedildiği gibi olmadığını açık açık söyler[60] Bundan da şunu anlıyoruz: Ahmet Yesevi Teşkila­tı’nın kendine göre bazı inanç ve kaideleri vardı. Bu kaidelerden biri Mehdilik inancını kabul etmemekti. Çünkü bu inanç, sonradan çıkarılmış, Hazreti Muhammed’e mal edilen hadislere yamanmak istenmiş, o nedenle İslam dünyasında bir takım karışıklıklar baş göstermişti. Bunun da kimseye faydası olmamıştı. Ahmet Yesevi ve onun dergahına bağlı olanlar bunun bilincine varmıştılar. Ku­ran’da “Mehdi” kelimesi tek bir yerde geçer. O da İsa’dan bahse­dilirken. Ayette o, beşikteyken bile konuşurdu denilir. İşte bu beşik kelimesinin Arapçası “Mehdi”ydi.
Alaattin Muhammet gibi büyük bir hükümdar, o dönemde mu­tasavvıf ya da dini alimi geçinen kimseler tarafından kötülenmeye çalışılır. Bunların her biri kendince bir alleme-i cihan kesilmişti. Ülkede bir sultan varken kendilerini sultan ilan etmiştiler. Hüküm­dar değilsin ama, bu ne sultanı? Cevap gayet basit: Mana aleminin sultanı.
Bahattin Veled, Anadolu’ya gelir. Selçuklu sultanı Alaattin onu görmek ister. Emir Musa korka korka Bahattin Veledi’in yanına gelir. Durumu arzeder. O der ki. “Alaaddin Padişah içki içiyor ve çalgı sesi dinliyor. [61]
Büyüklenmeye bak, kibire bak. O sultan, tabi ki içki içer, çalgı dinler; keyfinin kahyası mısın? Peki, sana onun içki içtiğini ve çalgı dinlediğini kim haber verdi? Bunu bir deyiver. Sen Allah tarafından Anadolu Selçuklu Devleti’nin ahlak masasının şefliğine mi tayin edildin? Daha yeni gelmişsin, onun topraklarına ayak basmışsın, haddini bil be adam. Ahmet Eflaki’de söz konusu sözleri okuyan­lar, ne derler, onu bilmem ama, bunlar öyle bir mahlukat ki, bulun­dukları yeri fitne fesata verdikleri gibi, vardıkları yeri de… Ney­se… Sıfata bak, Sultanü’l-Ulema.[62] Peki, öyleyse Alaattin Keyku­bat kimdir? Sultanü’l Cühela mı
Her Müslüman namaz kılarken el-Fatiha Suresi’ni okumadan geçmez, bitirirken de “Veled-Dalliyn” der.
O büyük ve el üstünde tutulacak hükümdarı kötülemeye örnek mi istersiniz, buyurun:
Necmettin Kübra, Horasan ve Batı Türkistan’da tanınmış bi­riydi. Baba Sadettin Hamevi’yle iyi geçinir ve sohbet ederdiler. Yine onun yanına gelmişti. Sadettin Hamevi; bekle, yakında göre­ceksin, dedi. O gün geldi. Mecdettin Bağdadi, bir gün vaaz verirdi. O gün camiye Muhammet Harzemşah’ın anası Terken Hatun gel­mişti. Dinledi ve vaazı çok beğendi. Haber gönderdi ve onunla “E­bu Hanife mezhebince” nikahlandı. Muhammet Harzemşah bunu işitince, öfkelendi. Emriyle bu şeyhi suya atıp boğdular. Necmettin Kübra’ya bu bildirildi. O, Muhammet Harzemşah’a haber gönderdi ki, Allah mülkü dilediğine verir, demek ki bu mülk Mecdettin’in diyetiymiş. Muhammet Harzemşah bunu işitince, çok pişman oldu. Günahlarından af diledi. Altın ve ipek kumaş hediyeler getirdi, “e­ğer kısas eyler isen işte kılıç ve baş” dedi, boyun eğdi. Necmettin Kübra buyurdu: “Anın diyeti senin mülkündür. Senin başın gider ve çok halkın dahi başı gider”. Sultan Muhammet sarayına döndü. Bundan sonra ki, Cengiz Han ve orduları zuhur etti.[63]
Moğollara karşı verdiği Devletabad Savaşı’ndaki mağlubiyeti içine sindiremeyen Alaattin Muhammet’in aynı yıl, 1220 yılında vefatıyla yerine oğlu Celalettin Mengüberti geçti.[64]
Celalettin Mengüberti kendisine Şah denilmesine karşıydı. Bu nedenle ona Sultan Celalettin Türkmen dediler.[65] Ürgenç’i kaderi­ne terkedip Temürmelik’le Horasan’a geldi. Yolda Cengiz Han’ın Tuaçar Noyan idaresindeki Moğol askerleriyle savaşmıştı. Nişabu­r’a geldi. Moğollar onu takip ederek buraya büyük askeri kuvvet­lerle yaklaşıyordular. 10.000 askeri olan Sistan valisi Eminülmülk ile birleşerek Gazne’ye geldi.[66]  Cengiz Han’ın Cigi-Kutuku Noyan idaresindeki 10 bin kişilik bir ordusunu Afganistan’da mağlup etti.[67] Celalettin Herzemşah’ın üzerine gelen ve Parvan savaşında mağlup olan bu ordu 30.000 askerden müteşekkildi. Şiki Hutuhu Noyan az bir askerle kaçıp kurtulmuştu. Ancak zaferden sonra Ce­lalettin Harzemşah’ın yanında Eminülmülk ve askerlerinden başka kimse kalmadı.[68] Moğolların çok büyük bir ordu ile gelmesi üze­rine[69] Kasım 1221’de Hindistan’a çekildi.[70]
Onun Sind nehriyle Moğollar arasında kaldığı[71] söylenir. Em­rindeki kuvvetlerle Moğollara karşı savaştıysa da bir şey yapama­mış, başka çare kalmadığından emrindeki 5000 askeri kuvvetle nehri yüzerek geçmişti. Delhi sultan Şemsettin İltutmuş, Bağdat halifesinin emrine göre hareket ettiğinden Moğol tehlikesini üzeri­ne çekmemek için ona destek vermedi. Ama Celalettin Harzemşah buna rağmen 3 yıl Hindistan’a emrindeki kuvvetlerle hükmetti. 1224 yılında Kirmanşahlar devletine geldi ve oradan asker tedarik ederek Azerbaycan’a doğru ilerlemeye başladı.[72] Abbasi halifesi, Celalettin’in Irak’ı istila edeceği korkusu ile ona yardım etmeyi bırak, savaşamaya asker bile gönderdi. Tabi ki bunlar mağlup ol­maya mahkumdu.[73] Halifeyi Harzemşahlar üzerine kışkırtan da Bahattin Veled’ti. Meraga şahri mukavemet edemeyerek ona teslim oldu. 1225 yılında Tebriz’i zapetti. Gence, Beylagan, Berda, Şemkur ve Şiz şehirleri de zaptedildi. Arran hakimi Cemalettin Kummi itaatini bildirdi. Erdebil ve Beylagan’ın idaresini veziri Şerefülmülk’e verdi. Böylece o, tüm Azerbaycan’a hakim ol­muştu.[74] 10 Mart 1226’da da Tiflis’i zaptetti.[75] İbnü’l-Esir’e göre şehir savaşarak alınmıştı.[76] 1227 yılında İran’a giren Moğol ordularına büyük zayiat vererek onları durdurdu. Ancak kendi ordusunda da çok zayiat vardı. 1228 yılında Eyyubilerin elinde Ahlat’ı almak istedi, ama dönüp Tebriz’e çekildi.[77] Çünkü Gür­cüler 40.000 kişilik bir ordu hazırlamıştı. Celalettin Harzemşah, az bir kuvvetle 1229 yılında bu ordu üzerine yürüdü. Gürcü ordusunda bulunan 20.000 kadar Kıpçak Türkünü, onlara tuz ve ekmek gön­dererek kendi tarafına çekti. Savaş ertesi güne bırakıldı. Bu arada Celalettin Harzemşah, meydana çıkarak er istedi. İri yarı bir Gürcü kavgayı kabul etti. Celalettin onu öldürünce bu Gürcünün üç oğlu hücuma geçti. Celalettin onları da öldürdü. Sonra Gürcülerden bir savaşçı meydana atıldı. Celalettin onu da öldürdü. Ertesi günü yapılan savaşta Gürcü ordusu ve müttefikler hezimete uğradılar. Harzemliler Tiflis’te pekçok kişiyi kılıçtan geçirdiler. Şekan, Gak ve Kağızman adlı kaleleri de aldılar.[78] Celalettin Harzemşah, aynı yıl Ahlat’ı yine kuşatma altına aldı ve bu kaleyi 13 Mayıs 1230’da zapt ederek topraklarına dahil etti. O sırada Alaattin Keykubat’ın bir orduyla üzerine geldiğini haber alıp yola çıktı. Erzincan Yassıçe­men Muharebesi’nde 10 Ağustos 1230’da Anadolu Selçuklularına mağlup oldu. Bu muhArebeden bir yıl sonra, 1231’de Dicle kenarın­da yine Anadolu Selçuklularına mağlup oldu.[79] Çok az bir kuvvet­le Diyarbakır’ın bir dağ köyünde[80] misafir olduğu bir Kürt tara­fından öldürüldü.[81]



[1] Prof. Dr. Osman Turan, Zamanında Türkiye, Turan Neşriyat Yurdu, İstanbul 1971, s.56-60
[2] O. Turan,. A.g.e., s.45
[3] O. Turan,. A.g.e., s.45
[4] O. Turan,. A.g.e., s.45-46
[5] Prof. Dr. Faruk Sümer, Oğuzlar (Türkmenler), Türk Dünyası araştırmaları Vakfı, İstanbul 1999, s. 129
[6] Prof. Dr. Faruk Sümer, Türk Devletleri Tarihinde Şahıs Adları –II, Türk Dünyası araştırmaları Vakfı, İstanbul 1999, s. 76
[7] F. Sümer, Türk Devletleri Tarihinde…,. s. 652/76
[8] F. Sümer, Türk Devletleri Tarihinde…,. s. 671/95
[9] Mükremin Halil Yinanç, Türkiye Tarihi: Selçuklular Devri -I- Anadolu'nun Fethi, İstanbul Üniversitesi Yayınları, İstanbul 1944, s. 88-89
[10] O. Turan,. A.g.e., s. 58
[11] O. Turan,. A.g.e., s. 59
[12] O. Turan,. A.g.e., s. 58
[13] O. Turan,. A.g.e., s. 55
[14] Gregory Abu’l Farac (İng. çev.: Ernest A. Wallıs Budge, Türk. çev.:Ömer Rıza Doğrul),. Abu’l-Farac Tarihi I-II. Cilt, Türk Tarih Kurumu, Ankara 1987, s. 328-329
[15] O. Turan,. A.g.e., s. 58
[16] G. Abu’l-Farac,. A.g.e., s. 334
[17] G. Abu’l-Farac,. A.g.e., s. 334
[18] G. Abu’l-Farac,. A.g.e., s. 335
[19] O. Turan,. A.g.e., s. 97-98
[20] O. Turan,. A.g.e., s.89-97
[21] O. Turan,. Selçuklular a.g.e., s. 99; E. E. Kısakürek-A. Kısakürek,. 9. Kitap 1030-1100, Selçuklular, s. 210-211
[22] O. Turan,. A.g.e., s. 100
[23] E. E. Kısakürek-A. Kısakürek. 9. Kitap 1030-1100, Selçuklular, s. 211
[24] O. Turan,. A.g.e., s. 100-104
[25] O. Turan,. A.g.e., s. 104-105
[26] E. E. Kısakürek-A. Kısakürek,. A.g.e., s. 220-221
[27] E. E. Kısakürek-A. Kısakürek,. A.g.e., s. 204
[28] E. E. Kısakürek-A. Kısakürek,. A.g.e., s. 220-221
[29] Gregory Abu’l-Farac, a.g.e., s. 339-340
[30] E. E. Kısakürek-A. Kısakürek,. A.g.e., s. 204
[31] E. E. Kısakürek-A. Kısakürek,. A.g.e., s. 205-206
[32] E. E. Kısakürek-A. Kısakürek,. A.g.e., s. 206
[33] E. E. Kısakürek-A. Kısakürek,. A.g.e., s. 207
[34] E. E. Kısakürek-A. Kısakürek,. A.g.e., s. 208
[35] E. E. Kısakürek-A. Kısakürek,. A.g.e., s. 208
[36] E. E. Kısakürek-A. Kısakürek,. A.g.e., s. 210
[37] E. E. Kısakürek-A. Kısakürek,. Bizimkiler 10. Kitap., s. 5
[39] E. E. Kısakürek-A. Kısakürek,. Bizimkiler 10. Kitap., s. 10-13
[40] E. E. Kısakürek-A. Kısakürek,. Bizimkiler 10. Kitap., s. 13-16
[41] O. Turan,. A.g.e., s. 142-145
[42] O. Turan,. A.g.e., s. 146
[43] O. Turan,. A.g.e., s. 146
[44] O. Turan,. A.g.e., s. 120
[45] O. Turan,. A.g.e., s. 118-119
[46] O. Turan,. A.g.e., s. 118-119
[47] Ş. Akkaya, Kitab-ı Melik Danişmend Gazi-Danişmendname,, PDF. s. 132
[48] Ş. Akkaya, A.g.y. s. 131-132
[49] Mikail Bayram, Danişmend Oğulları’nın Dini ve Milli Siyaseti, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, PDF, s. 138-139
[50] Mikail Bayram, a.g,y,, s. 146
[51] O. Turan,. A.g.e., s. 1167-172
[52] Aydın Taneri, Harzemşahlar, İslam Ansiklopedisi 16. cilt, İstanbul 1997, s. 229
[53] Aydın Taneri, A.g.y., s. 229
[54] Aydın Taneri, A.g.y., s. 229
[55] Yrd. Doç. Dr. Ergin Ayan, Harezmşah Atsız’ın Dianından Çıtkış Bazı Münşeatın Muhtevası, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi,  Sayı 130, İstanbul, Şubat 2001, s. 227-230
[56] Aydın Taneri, A.g.y., s. 229
[57] Aydın Taneri, A.g.y., s. 229
[58] Aydın Taneri, A.g.y., s. 229
[59] Devletşah, (Çev: N. Lügal) Devletşah Tezkiresi II. Kitap, Tercüman 1000 Temel Eser, İstanbul 1977, s.. 158
[60] Fuat Köprülü; Türk Edebiyatında İlk mutasavvıflar, 3. Baskı, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 1976, s. 151
[61] Ahmet Eflaki Ariflerin Menkıbeleri, 1. cilt, M:E. Basımevi, Ankara 1953, s.. 22
[62] A. Eflaki A.g.e., s.. 25.
[63] F. Köprülü; a.g.e., s. 209
[64] Aydın Taneri, A.g.y., s. 230
[65] http://tr.wikipedia.org/wiki/Celaleddin_Harezm%C5%9Fah
[66] Celaleddin Mengüberti (Harzemşah), Türk Ansiklopedisi 10. cilt, İstanbul 1970, Milli Eğitim Basımevi, s. 105
[67] http://tr.wikipedia.org/wiki/Celaleddin_Harezm%C5%9Fah
[68] Celaleddin Mengüberti, a.g.y., s. 105
[69] Celaleddin Mengüberti, a.g.y.,, s. 105
[70] Aydın Taneri, A.g.y., s. 230
[71] Aydın Taneri, A.g.y., s. 230
[72] http://tr.wikipedia.org/wiki/Celaleddin_Harezm%C5%9Fah
[73] Celaleddin Mengüberti, a.g.y., s. 106
[74] Yaşar Bedirhan, (Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesi Tarih Arş. Görevlisi), Celaleddin Harzemşah’ın Kafkasya Faaliyetleri, Türk Dünyası Tarih Kültür Dergisi, Sayı 171, İstanbul, Mart 2001, s. 38-39
[75] Celaleddin Mengüberti, a.g.y., s. 106
[76] Y. Bedirhan, A.g.m., s. 41
[77] Celaleddin Mengüberti, a.g.y., s. 106
[78] Y. Bedirhan, A.g.m., s. 41
[79] Celaleddin Mengüberti, a.g.y., s. 106
[80] Aydın Taneri, A.g.y., s. 230
[81] Celaleddin Mengüberti, , a.g.y., s. 106